Görünmeyen yaşamları sürüklüyoruz geçip giden zamanın eşliğinde. Bir diğerinin yaşamını görmüyoruz, bilmiyoruz, hissetmiyoruz. Oysa çoğukez bu insanlar geçmişten günümüme bizi bağlayan bir köprünün üzerinde yürümüşler ya da yaşamamıza renkler serpiştirmekteler.
'Aysel' romanının serüveni de yaşamı ince çizgilerle resmeden bir kadına ait. Falezlerin diyarında bir yaşam, aşk öyküsü . Üç kuşaktan kadınların başrolünde yer aldıkları var olma mücadelesi . Tükiye toplumsal yaşamında aile içinde gerçekleşen küçük küçük değişimlerin bir devrim niteliğine ulaşmasının sonucu. Burçak Gönül imzalı “Aysel” raflarda yerini aldı, H2o Kitap kitabın yayıncısı.
İnsanlık Hallerine Dair Çarpıcı bir Roman: Aysel
Falezlerin diyarından bir yaşam, aşk öyküsü. Üç kuşaktan kadınların başrolünde yer aldıkları, var olma mücadelesini anlatan bir roman yazdınız… Aysel… Bu kitabın serüveni ilginç olmalı, değil mi?
Aysel, hayatımdaki iki idol kadından biri, 2018 Aralık ayında kaybettiğim ve çok sevdiğim teyzemin yaşamından esinlendiğim bir aile hikayesi. Kitabın serüveni, bundan neredeyse on yıl önce, teyzeme Alzheimer teşhisi konduğunda, yaptığımız sohbetler sırasında aldığım küçük notlarla başladı. Onun üç dakika öncesini unuturken, seneler önce yaşadıklarını bütün detaylarıyla hatırlıyor olması ve zorluklarla geçmiş hayatı beni çok etkiledi. Zaten oldum olası geçmişe özlem duyan, siyah-beyaz Türk filmlerini ağlaya ağlaya izleyen birisiyim. Şimdi düşünüyorum da, galiba o günler, benim için de kişisel bir var olma mücadelesinin başlangıcıydı. Aradan yıllar geçti, birçok anlamda hayatımın yönü değişti. Ve bir gece sabaha karşı kristal parlaklığında gördüğüm bir rüyanın sonrasında bilgisayarımda notlarımı buldum ve yazmaya başladım. “Falezlere Götür Beni - Aysel” işte bu rüyayla başlayıp, onunla bitiyor.
Romanın içinden şehirler geçiyor. Bir süredir Antalya’da da yaşıyorsunuz… Antalya sizin tam olarak ne ifade ediyor?
Evet, Antalya’dan Iğdır’a, Erzurum’a, Ardahan’a, Ankara’ya uzanan, yine Antalya’da finale ulaşan bir öykü bu. Antalya elbette ki, doğal ve tarihi güzellikleriyle harika bir şehir. Şehrin her yerinden girilebilen tertemiz bir deniz, hareketli plajlar, günbatımında Beydağları, dik falezler… Ama benim için ille de Kaleiçi. Her ne kadar turistik mekanlarla görünümü biraz değişmiş olsa da, eski Antalya’nın dokusu orada, o daracık, Arnavut kaldırımlı, yasemin kokulu sokaklarda hala yaşıyor... Antalya benim için çocukluğum, ilk gençliğim, Konyaaltı oba hayatı, Fasilis’de bütün aile bir arada yapılan piknikler, kalabalık sofralarda yenen yemekler, sabahlara kadar balkon sohbetleri demek. Romanımda ilham kaynağım, başrollerden biri Antalya şehrinin kendisi. Şimdilerde Antalya benim için ne ifade ediyor? Yorucu bir kurumsal hayat, İstanbul karmaşası ve uzun süre yurt dışında yaşadıktan sonra huzur bulduğum, kendi düzenlerini kuran çocuklarımı tatillerde ağırlama hayaliyle olgun yıllarımı geçirmeyi planladığım bir şehir…
'Cesur kadınlar anlatıyorum'
Kadınların “erkek aile”yi nasıl dönüştürdükleri ve kadını, erkeğin yaşamının kölesi olmaktan çıkarıp ortağı haline getirişlerine dair bir kesit yansıtılıyor romanda… Sizin anlattığınız kadınlar cesur kadınlar, değil mi?
Kitaptaki kadın kahramanların hepsi birbirinden çok farklı aslında. Cesurlar ama cesaretlerini ifade etme yolları bambaşka. Kimi korkusuz, savaşçı, kendine güvenen, hatta dediğim dedik… Kimisi güçlü olmanın zalimlik gerektirmediğini bilen, nazik ve merhametli… Kendisini geliştirmeyi hedefleyen, aşkı için mücadele eden, her koşulda kendi mutluluğunu yaratabilen kadınlar bunlar… Sağlık sorunları hayatlarını gölgelese de, güne tebessüm ile başlayan, tökezleseler de doğrulmayı bilen, hayat dolu, sanat dolu, sevgi dolu kadınlar. Korkmadıklarından değil, korkularına rağmen yaşamaya devam ettikleri için cesurlar. Ancak şunu söylemem gerek, bu kitap kadın hakları bayraktarlığına soyunmaktan ziyade, sadece kadınlara değil, erkeklere ve geçmişteki aile yapısına bir saygı duruşu, biraz da geleneksel kadın-erkek ilişkilerine öykünme.
Kitabı yazarken nasıl bir süreç geçirdiniz?
Ben ‘dokuz-altı’ çalışma hayatım bittikten sonra yazmaya başladım. Daha önce iyi bir okuyucu olmanın ötesinde edebiyatla ilgili değildim. İlk başladığımda, sadece anne tarafımdan yaşamıma dokunmuş insanların hikayesini anlatmayı hedefliyordum. En fazla yüz adet bastıralım, aileme bir anı olsun, çocuklarım bu hikayeyi bilsin, geride benden bir şey kalsın… Sonra farkettim ki yazmak, odaklanmamı ve üretken kalmamı sağlıyor. Aile dışından insanlar, eşim ve çok kitap okuyan bazı yakınlarım ilk taslakları okuduklarında beğendiler ve beni yüreklendirdiler. Sanatçı bir ailenin mühendis kızıyım. İş hayatım boyunca her şeyi planlı programlı yaptım. Romanda anlatılanlar gerçek yaşamlardan esinlense de, tamamen kurgu bölümler var. Yazarken bunların planlanmamıştım ama karakterler beni alıp bambaşka yerlere götürdüler. Başlarken sonunu bilmiyordum ve yazmak bu açıdan çok büyülü bir şey. Benim düşünceme göre, gerçek yaratma süreci de kesinlikle böyle plansız olmalı. Daha önce hiç bilmediğim bir alan olduğu için başlangıçta kitabı yayımlatmak konusunda çekimserdim. Ama herkes çok destek oldu ve sonunda bir baktım, kitap basılmış ve elimde duruyor! Sevgili babam, çağdaş Türk ressamlarından Zahit Büyükişliyen kitabın kapak resmini hazırladı. Onunla beraber bir eser ortaya çıkarmak da çok keyifli ve tatmin edici bir şey elbette. Öte yandan, kitap olarak basılsın veya basılmasın, anlatacak bir hikayesi olan herkes yazmalı. Yazmak bir tür terapi çünkü.
Aysel’in bugününü anlatan bir bölümün ardından, 1920’lerde başlayan hikaye akmaya başlıyor. O yılları yazarken kimlerden yararlandınız?
Falezlere Götür Beni- Aysel, farklı coğrafyalarda geçen bir dönem romanı olduğu için çok fazla araştırma yapmam gerekti. Kahramanların çoğu ne yazık ki artık aramızda değil ama o jenerasyona ait, o günleri hatırlayan kişilerle, başta Aysel’in eşi ve kardeşleri olmak üzere uzun uzun konuştum. Eski Antalya, eski Iğdır, eski Ankara’yı anlatan kitaplardan ve fotoğraflardan yararlandım. Eski Türk filmlerinin bazı bölümlerini tekrar izledim, eski şarkıları dinledim. Kısacası dönemi gerçekçi olarak yansıtmaya çalıştım. Bununla birlikte, bugünkü değerleri ve günümüz insanının geçmişi algılama biçimini de ortaya koymak istediğim için, kendi neslimden insanlarla da görüşmeler yaptım ve farkettim ki, bizim neslimizdeki insanların hemen hepsi geçmişe özlem duyuyor. Hani derler ya, “edebiyatçının işlevi evrensel olarak insanı, özel olarak da dönemini yansıtmaktır”; aslında dönem değişse de, insan evrensel olarak aynı kalıyor.
Münir ailenin babası, Türk filmlerinden fırlamış gibi. Maço ama adil ve sevecen. Açar mısınız bu karakterin hikayesini?
Münir az-öz konuşan, tutkulu, özgür ve sanatçı ruhlu bir adam. Saadet ise güçlü, korkusuz ve baskın, sorumluluk alan bir kadın. Onları birbirine yaklaştıran Saadet’in eril, Münir’in dişil enerjisi, hayatları boyunca çatışıp duruyor. Münir için pek maço denemez aslında, sadece öfkesini kontrol edemeyen bir erkek. Belki hayatındaki kadın farklı karakterde olsaydı, Münir bambaşka bir yönde evrilebilirdi. İdeal Türk erkeğine gelince… Günümüzde kadın giderek daha maskülen, erkek de daha feminen hale geldi. Sonra da dönüştürdükleri bu cinsi beğenmez oldular. Benim gözlediğim kadarıyla, günümüzde kadınlar, hatta genç kızlar, biraz maço erkek arıyor. Kaba, görgüsüz, kadın ruhundan anlamayan bir maçoluk değil elbette ama sahiplenen, kıskanan, erkeksi bir tavrı, aynı zamanda duyguları olan bir erkek. Ama bu zor bir kombinasyon. Dolayısıyla ideal Türk erkeği dediğimiz aslında hayallerde yaşayan bir erkek modeli.
Günümüze geldiğimizde Aysel’in yeğeni Azra, bir hesaplaşma yaparak kendi başarısız ilişkilerini de sorgulama fırsatı buluyor… Azra karakterini kime benzetiyorsunuz?
Azra, Aysel ile kontrast ve modern plaza kadınını sembolize eden bir karakter, biraz eski ben, biraz arkadaşlarım, biraz gözlemlerim… Kostümü, ışığı, dekoru, saçı, makyajı, önceden planlanmış, replikleri öğretilmiş, başarıdan başarıya (!) koşan kadınlardan biri. Çalkantılı aşk hayatları, çarpık ilişkiler, iktidar mücadeleleri, marka savaşları, estetik ameliyatlar, yüksek ökçeler, bir miktar gözyaşı ve sonsuz bir yalnızlık. Günümüz kadını kendinden bir şeyler bulabilir Azra’da.
Kötü ilişkilerin sebebi sizce nedir?
Kötü ilişkilerin sorumlusu sadece kadınlar veya tek bir faktör değil elbette. Geçenlerde bir yerde okudum, Aysel yaşlarında bir kadın diyor ki, “bizler kırılanı tamir eden, bozulanı onarıp kullanan bir nesildik, ilişkilerimiz de böyle, şimdiki gençler bir şey bozulunca atıp yenisini alıyor”. Aysel mutluluğunu kendisi inşa eden, onaran, çoğaltan bir kadın. Asla ‘susan’ bir kadın diyemeyiz, doğru zamanda ve doğru tarzda konuşan bir kadın demek daha doğru. Evliliğine dışarıdan bakıldığında eşi hep çok baskın ve feodal görünüyor ama aslında her şey, bütün hayatları Aysel’in istediği yönde şekilleniyor. Bence Aysel veya onun gibi kadınların en önemli başarısı, bir şeyleri değiştirmeye, dönüştürmeye çalışırken, kadınsı bir yumuşaklığı koruyarak, erkeğin doğasına saygıyla ve onu yücelterek ilişkiyi sürdürebilmeleri. Azra gibiler ise, “biz kadınlar çok güçlüyüz, erkeklerin yaptığı her şeyi yapabiliriz” diye bağıra çağıra sokaklarda veya evdeki partnerleriyle kavga ederek bir mücadele veriyor. Elbette, bu mücadeleler de olmalı, İstanbul sözleşmesine destek verelim, kadın haklarını sonuna kadar savunalım. Ama ben akıllı bir kadının eş ve anne olarak aile içinde gerçekleştireceği dönüşümün çok daha gerçekçi ve kalıcı olacağını düşünüyorum ve açıkçası Aysel’i bu konuda kendime bir rol model olarak alıyorum.
Sayım ÇINAR - Hürriyet - Kelebek
'Karantina günlerinde yeni bir romana başladım'
Bu roman sizi yeni romana yaklaştırmış olmalı… Yeni bir roman yazıyor musunuz?
Kitap henüz baskıya girmeden önce, karantina günlerinde yeni bir romana başladım. Oldukça sık seyahat eden, gittiğim yerlerde de turist gibi değil, gezgin gibi dolaşan bir insanım. İnstagramda “Ayağımın Tozuyla” adında bir hesabım var. Vize veya uçak bilgisi, mekan önerileri içeren bir seyahat bloğundan ziyade, gittiğim yerin kültürü ve insanlarıyla ilgili gözlemlerimi, bende bıraktığı duyguları yazdığım bir seyahat güncesi diyebilirim. Seyahatlerde yaşadıklarımı bir aşk öyküsü içinde harmanlayarak, modern bir külkedisi masalı yazıyorum şimdi. Güçlü, cesur ama kalabalıkların ortasında yalnız, gezgin bir kadın. Bu hikaye tamamen kurgu olduğu için çok daha özgür yazıyorum ve daha yaratıcı hissediyorum ama bir şeyler üretiyor olmanın verdiği mutluluk çok tanıdık.
Son olarak, Aysel’in annesine olan öfkesi cesurca yazılmış. Anneler ve kızlarının çatışması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sayım bu konu öylesine karmaşık ki… Ben de dahil olmak üzere, hayatının bir döneminde annesiyle çatışma yaşamamış kız var mıdır bilmiyorum. Anne-kız rekabetinin başladığı bebeklik çağlarına, ergenliğe, Freud’a filan girmeyeceğim elbette ama çatışmalar doğru yönetilirse, sonraki yaşlarda anne-kız yakınlaşabiliyor, bir arkadaşlık ilişkisi kurulabiliyor. Hatta daha ileri yaşlarda, anne iyice yaş aldığında roller tam tersine dönüp, adeta annenizin annesi gibi olabiliyorsunuz. Hayatının bir döneminde, olgun yaşında bile bu çatışmaları sonlandıramamış pek çok kadın var, iç hesaplaşmalarını bir ömür içinde taşımak zorunda kalabiliyorlar. Aysel annesiyle çok zıt karakterde ve tam bir baba aşığı. Herkese karşı özverili, affedici, sevgi dolu olan bu kadın, annesinin kaybıyla bile içindeki bu çatışmaları bitiremiyor. Demek ki çok derinlerde, çok kuvvetli travmaları var, adeta bir tür nefret duyuyor annesine. Bence kaç yaşımıza gelirsek gelelim, anneyle doğru iletişimi kurmak, onu affetmek veya affedilmek için çok geç değil.